Güneş kızıl ışıklarıyla şehri baştan başa boyamıştı. Gün batarken zaman yavaşlıyor ve şehrin üzerine sanki bir sihir tozu saçılıyordu. Roma için, kurulduğu günden beri değişmeyen bir ritüel gibiydi.
Roma’nın tarihe tanıklık eden sokaklarında yürümek artık eskisi gibi heyecanlandırmıyordu onu. İşi erken bitmiş ve akşamları eve gitmeden önce oturup bir kadeh bir şeyler içtiği bara gelmişti. Kasım ayı olmasına rağmen yazdan kalma bir gün yaşanıyordu. Bölge müdürleri toplantısı olduğu için her zamankinden daha şık giyinmişti. Krem rengi mini eteğinin üzerine mavi bir gömlek ve eteği ile aynı renk bir ceket giymiş, şık bir stiletto ile kombini tamamlamıştı. Telefonunu çıkarttı, gün batımının güzelliğini ve ardından kendisini çekip, hemen bir paylaşım yaptı. Resmin altına, ‘’Roma, gün batımı ve yorgun bir ben,’’ yazdı ve postu yayınladı. Sonra sipariş ettiği prosecco ve yanındaki atıştırmalıklara daldı. İkincisini sipariş ettiği anda telefonu çalmaya başladı. Kardeşi Bekir arıyordu.
‘’Bekir ’cim toplantı çok iyi geçti, bu durumda sene sonu Japonya’ya gidiyoruz on beş günlüğüne. Yeni yıl için Bodrum’a gelemeyeceğimi anneme söyle şimdiden. Bunun dışında eve yerleştim, artık ağlama krizlerine daha az giriyorum. Eşcinselliğini keşfetmesinin ardından beni terk etmesinin ruhumda yarattığı bozgunu çok iyi atlattığımı düşünüyorum sevgili kardeşim,’’ dedi ve sevgi dolu bir ses tonuyla kapattı telefonu.
Üç sene evvel geldiği Roma’da hukuk okumuş ve uluslararası hukuk konusunda uzmanlık belgesini almıştı. Burada uzun süredir yaşayan arkadaşı Nihat’ın aracılığı ile bir şirkete girmiş ve ikinci senesini bitirmek üzereydi.
Proseccosunu bittikten sonra rutin dışına çıkıp bir kokteyl sipariş etti. Çantasında duran ve ne olduğunu ilk bakışta hatırlamadığı siyah kuşe kağıt kitapçığı çantasından çıkarttı. Roma operasında bu sene sahnelenen G. Puccini’nin Tosca operasına ait program kitapçığıydı. Birlikte yaşadığı ve çok aşık olduğu ama avukatlarına kaptırdığı biricik sevgilisi Ernesto ile gittikleri son etkinlikti. Camdan dışarıyı seyrederken uzaklara daldı. Dalıp giden zihnini toparladıktan sonra bir parıltı dikkatini çekti. Kırmızı elbisesi, elinde kanlı bıçağı ile Tosca, yolun karşısında el sallıyordu.
‘’Kendini atmasını hiç beklemiyordum,’’ dedi gözlerindeki yaşları silerken. Ernesto, elindeki telefonu bir dakika bile bırakmamış ve iş için yazıştığını söylemişti Seda’ya ama aslında bir aydır birlikte olduğu, işyerinden genç Avukat Gabriel ile yazışıyorlar, daha doğrusu ateşli bir geceyi sikik bir Tosca temsiline tercih etmesine sinirlenen sevgilisini sakinleştirmek için uğraşıyordu.
Seda ve Ernesto uyuşmazlığa düşen iki şirketin karşı karşıya gelen avukatlarıydı. Uzlaşma şartnamesinin hazırlanması, şirket kurullarının kabul etmesi derken altı aylık bir süreyi karşı karşıya ama birlikte geçirdiler. Ernesto tipik bir İtalyan’dan çok İsviçreli gibiydi. İki dili çok iyi konuşan yakışıklı, işinde başarılı ve centilmen bir adamdı. Seda’dan 8 yaş büyük olması, aynı işi başka şirketlerde yapmaları ve en önemlisi Seda’nın Türk erkeklerine olan güvensizliği Ernesto ile arasındaki iş ilişkisinin evrilip aşk ilişkisine dönmesine vesile olmuştu. Ernesto’nun, Roma’nın en güzel yerlerinden birinde, bahçe içinde, hoş bir evi vardı. Masrafları paylaşma konusunda anlaşarak Seda evini kapatıp o eve geçti.
İlişkilerinin altıncı ayında, Seda her şeyi organize edip Ernesto’yu Bodrum’a götürdü. Türkiye’yi ilk kez gören Ernesto Bodrum’a ve sonrasında birlikte gezdikleri yerlere hayran kaldı.
Yolun karşısında elinde kanlı bıçak ile bekleyen Tosca’nın yanına aklını yitirdiğini düşünerek, doğru yürümeye başladı. Tosca, Seda’yı görünce, ‘’Yüzleşmemiz gereken duygular var,’’ dedi. Seda şaşkın bir şekilde köprünün karşı tarafına geçti.
Ernesto’yu Gabriel ile yakalayıp, eşyalarını alıp evden çıkalı yaklaşık 1,5 ay olmuştu. Yaz tatilinden döndükten sonra Ernesto ile seks hayatları yavanlaşmaya, seyrekleşmeye başlamıştı. Rutinin değişmesi her zaman Seda için büyük problem teşkil ederdi. Oysa uzun zamandan beri tatmin olduğu cinsel ilişkiyi Ernesto ile yakalamıştı. Dokunuşu, okşaması, uzun uzun tüm bedenini diliyle gezmesi ve tüm kontrolü elinde tutan eril tavrı, Seda’yı defalarca orgazmın doruklarına ulaştırması muhteşem bir haz duygusu içindeydi. ‘’Tanrı benim ruhumu ve bedenimi kutsadı Ernesto,’’ demişti. İlişkisi travmatik bir şekilde bitip kendiyle yüzleşmeye karar verdiğinde bu söylediği söz için çok pişman olmuştu.
‘’Ölünün arkasından dökülen gözyaşları gibi döktüğüm gözyaşları. Bedenime girip çıkan kocaman bir yalanmış,’’ yazmıştı günlüğünün bir sayfasına ve bu yazdığı sayfanın fotoğrafını Instagram hikayesinde paylaşmıştı. Çok fazla görüntüleme alıp, ünlü bir influncer tarafından bu hikayesi alıntılanıp paylaşılınca, 100 olan takipçi sayısı bir anda 1000’i geçmiş, bir ayın sonunda 100 bin sınırına dayanmıştı.
Evin kapısına gelip, apartmanın büyük yeşil kapısını açtığında Tosca yine karşısındaydı. Birlikte bindiler asansöre, evin kapısını açtı, içeriye birlikte girdiler Tosca’yla. Ceketini çıkarıp sabah çıkarttığı askısına taktı. Mutfağa geçti ve davetsiz misafirinin oturmasına yardım etti. Hayal olduğunu biliyordu ama bu hayalin neden şu anda göründüğü hakkında bir fikir yürütemiyordu. Merakla Tosca’nın anlatmasını bekliyordu.
Tosca ’ya, ‘’Anladığım kadarıyla anlatmak istediğin şeyler var bana,’’ dedi, bir hayal olduğunu bilerek, korkmadan yaklaşarak. Biz en son sizin hikayenizi operada izledik. Çok etkilendiğim için mi buradasınız?’’ diye sordu.
‘’Tek bir amaç için yaşıyordum ben. Şarkı söylemek. Mario Cavaradossi ile tanıştıktan sonra değişti hayatım. Aşkın en saf, tutku dolu halini gördüm Mario’nun gözlerinde. Roma şehri, baskının, zulmün ortasında aşkımıza şahitlik etti. En güzel resimleri benim gözlerimdi. O lanet adam bizim mutluluğumuzu gölgeleyene kadar. Scarpia tüm kötülüğü ile sarıp sarmaladı bizi. Şehri kana buladı, insanların hayatlarını mahvetti. Sonunda, bana beslediği şehvet kendisinin sonu oldu. Elime bulaşan pis kanı kurudu ve ibret olsun diye yıkamadım kanını. Mario kurşuna dizildi, ben kendimi San’ Angelo kalesinden aşağıya aşka kavuşmak için bıraktım. Yüzleşmek istemediğim hayat gerçeklerini, bedeni geride bıraktığım zaman gördüm ve yüzleştim.’’
‘’Neydi peki o yüzleşemediğiniz duygular?’’
‘’Hayatın üzerime dönen ışıklarından kopup, sadece Mario ile yaşamayı kabul etmemekti. Ben bu şehrin soylularına şarkılar söyleyen, hediyelere boğulan, sarayda ziyafetlere davet edilen Flora Tosca’ydım. Mario ise Napolyon’un ideallerini benimsemiş bir ressam, entelektüeldi. Cumhuriyetçileri sakladığı bahçe içindeki evi, evimiz yapabilirdik. Ama ben Scarpia’nın beni arzuladığını bilmeme rağmen içimde yanan o şarkı söyleme ateşine, ‘hayır’ diyemedim ve bu bizim aşkımızın felaketi oldu. Şimdi yüzleşmek zorunda kaldığım bu duygularla gidiyorum başka bir aleme.’’
Bu son sözleri oldu Tosca’nın ve geldiği gibi bir anda yok olup gitti.
Sabah, evin yatak odasına vuran güneş Seda’nın gözlerini adeta delip geçiyordu. Güneş, Seda’nın yeşil gözlerinin rengini daha da çekici kılıyordu. Uyandı, şortunu, iç çamaşırını çıkarttı ve duşa attı kendini.
Suyun altında yaşadıklarını düşünmeye başladı.
Instagram postundan sonra olan oldu. Kadın yayıncılar bir bir yayınlara davet ediyorlar, ünlü firmalar düzenledikleri tüm etkinlere Seda’yı davet ediyorlardı. Seks, ilişkiler ve toplumun bu konulara bakışını sansürsüz şekilde dile getiren bir Youtube kanalına konuk olduğunda işler daha da karışık bir hal alacaktı. Ortamın verdiği cesaret, ile cinsel hayatını anlatmaya başladı.
‘İlk cinsel deneyiminizi kaç yaşınızda yaşadınız?’’
‘’ 22 yaşında, arkadaşlarımla gittiğim bir kampta yaşadım. Çok bir şey anlamadım aslına bakılırsa. Çünkü, ikimizin de ilk tecrübesiydi. Bakire olduğumu söylememiştim ve bu O’nun için daha da büyük bir tramvaya neden oldu, ’diye anlattığı hikaye aslında başka türlüydü.
Bedeni ile sıkıntıları olan bir çocukluk sonrası Lise son sınıflarda, okulun en popüler çocuğu olan Erkan’a sırılsıklam aşık olmuştu. Bu aşk, Seda’nın yaklaşık 22 kilo vermesine neden olduğu bir depresyon doğurmuştu. Üniversiteye girdiği yıl ilk ciddi ilişkisi Ümit ile tanıştı. Ümit felsefe kulübüne üyeydi ve Seda’da bu kulübe katıldı. Kulübün kış kampı için Kuşadası’nda bir otele gitmişlerdi. Seda ile Ümit gençlik ateşiyle okulun değişik yerlerinde öpüşüyorlar, uygun yer buldukları zaman Seda sevdiği adama oral seks yapıyordu ama henüz tam bir birleşme için uygun ortamı bulamamışlardı. Bu kamp büyük aşıkların ilk deneyimleri için doğru adres olabilirdi.
O gece Ümit çok içmişti. Seda’yı odasına götürdü ve tecrübesiz, keyifsiz ve acılar içinde bir birliktelik gerçekleşti.. Ümit işini kısa sürede bitirdi ve eğlenmek için arkadaşlarının yanına gitti. Bu hızlı ayrılış Seda’yı huzursuz etmişti. Oda arkadaşı Gamze’den odadan yedek çarşaf getirmesini istedi ve kanlı çarşafı yenisiyle değiştirdi. Bu operasyondan bir saat sonra tüm kulüp üyesi erkekler Ümit’in odasına kanlı çarşafı görmek için gelmişler, göremedikleri için Ümit ile dalga geçmişlerdi. Ümit tek bir amacının Seda’nın bekaretini almak ve bunu afişe etmek olduğu o an ortaya çıktı ama Ümit’in hesaplayamadığı, Seda bunu hissetmesi ve önlemini kısa zamanda alması oldu. Ümit’ten ayrılıp, herkesin içinde rezil etti.
Podcast, kadınların tabularını yıkıp, cinsel hayatlarını özgürce yaşadıkları bir alan yaratmak için kurgulanmıştı ve bu hikaye anlatılan diğer hikayelerin yanında masum kalıyordu.
Suyun altında kendiyle sevişmeye başladı. Parmağını kadınlığında gezdirip içine soktuğunda aldığı hazzı çok sevdiğini hatırladı. Uzun zamandır kendini tatmin etmediği fark etti ve kendisini orgazma ulaştırmak için küvetin kenarındaki boşluğa oturdu, bacaklarını birleştirdi ve kadınlığı sıkıp bırakarak bir anda çığlıklar içinde boşaldı. Orgazmı ilk yaşadığı erkeği, Gündoğan’da halasının evinde birlikte olduğu Can’ı hatırladı. ‘’Çok büyük bir penisi vardı,’’ diye aklında geçirdi ve hemen ardından içini kaplayan pişmanlık ile düşlere dalmasının aklını bulandırdığını düşündü. Tüm duygularından sıyrılıp hayata, işine odaklanması gerektiğine kendisini ikna etmesi uzun sürmedi.
Tosca yine belirdi karşısında. ‘’Ben hiç gerçek değilim. Hiç olmadım. Senin gibi duygular hiç yaşamadım ama bana hayat veren zihnin sahibi tutkulu bir adamdı,’’ dedi. Seda, Puccini’nin hayatını Tosca operasını izlediği gece okumuştu. Tutkunun peşinden giden bir deli. Roma’nın sokaklarında gezerken, o aşkların izlerini bulmak hala mümkündü.
Bodrum Gündoğan’da 2021 yazında tanıştığı Can ile olan macerası her zaman tahrik etmişti Seda’yı. Gölköy’de bir restorana kuzeninin doğum günü için giden Seda, uzun boylu, dazlak ve Bodrum’un en pahalı otelini yapan şirketin mimarı Can Doğalı ile gecenin ilerleyen saatlerinde kaynaşmışlardı. Yaz tatillerini 1989 yılından beri rahmetli babasının yaptığı sitede geçirirdi Seda. Annesi ve ağabeyi yaz kız Gündoğan’da yaşarlardı.
Rakılı akşamın sonunda, son bir bira içip, Can’ın odasına gittiklerinde, saat gecenin ikisi olmuştu. Odaya girer girmez Can, Seda’yı duvara dayadı ve sert bir şekilde tüm bedenini okşarken, dişlerini kullanarak öpmeye başladı. Sert bir gece olacağını anlayan Seda bir an için kurtuldu ve yatak odasına doğru yürümeye başladı. Çok uzun ve defalarca orgazma ulaştığı o geceyi hatırladığı zaman geceyi tekrar yaşardı.
Seda haz duygusu geçtikten ve doyuma ulaştıktan sonra ergenlikten bugüne kadar içini kaplayan suçluluk duygusunu yine yüreğinin derinliklerinde hissetti. Bornozuna sıkı sıkı sarılıp, yaptığı kahveden bir fincan koydu ve cam kenarında keyifli oturduğu tekli koltuğuna oturup ayaklarını yanda topladı, kahvesinden bir yudum aldı. Duş, seks ve kahve çok iyi gelmişti ama yüzleşmesi gereken şeyler vardı. Tosca’nın söylediği, daha doğrusu yüzleşip kendini yargıladığı şeyleri düşününce, ‘’Tosca bile senden daha net,’’ diye yargıladı kendisini. ‘’Ernesto ile görüşmelisin,’’ dedi kendi kendine. Sadece başka birine, hatta başka bir cinse aşık olduğu için mi terk etmişti kendisini? Aklını, kalbini iyi etmek için bu sorunun cevabını bulması ve yüzleştiği bu absürt ayrılık hikayesini unutup kendi hayatına devam etmesi gerekiyordu. Tereddüt etmeden oturduğu yerden kalktı, masada duran telefonuna uzandı ve kararlı bir şekilde Ernesto’yu aradı.
Beklendiği gibi uzun bir konuşma olmadı. Hayata anlam katan bir konuşma da olmadı. Roma belediyesinin metro için açtığı deliklerin trafiği beter etmesinden, metro saatlerinin düzensizliğine, göçmenlerin meydanlarda ateş yakıp etnik müzik dinlemelerinden, sokakta yaşanan vandallıklarına varan garip, kaçamak bir konuşma neticesinde telefonu kapattılar.
Uzun bir mesaj atmayı düşündü ama vazgeçip, müdavimi olduğu podcasti dinlemeye başladı.
‘’Yaşamak ile ilgili ilk soruyu sorduğum zaman 15 yaşında genç kızdım. Ülkenin en iyi okullarından birinde bursu okuyordum ama çok mutsuzdum. Bedenim ile ilgili sorunları, hijyen konusunda gösterdiğim hassasiyet diğer kızlar tarafından alaya alınmamı ve yeme bozukluğumu. Hayattan bir tencere makarnayı yiyerek intikam alıyordum. Annem çok merhametli, akıllı bir kadındı. Benim bu durumuma çok üzülüyordu. Önemli bir şirketin üst düzey yönetici olarak çalışan biricik annem, babam tarafından terk edildiği zaman ben 4 yaşındayım. Bir gün bile babamı aramadım. Ben böyle muhteşem bir kadına karşı ergenlik döneminde yaşattıklarım benim her dönem cehennemim oldu. Telafi etmek için şimdi çok geç. Çünkü, bazı şeyleri geri getirmek imkansız. Hep dediğim gibi hayattan anda kalmak, anı yaşamak, acılara rağmen o anın getirdiklerini kabul etmektir.’’
Podcast bittikten sonra, telefonun notlar kısmını açtı ve, ‘’hep aynı kadınlar ve hep aynı hikayeler. Yıkılmış, üzülmüş, bitkin, kandırılmış kadınlar. Hayat, kadınlara verdiği hakları geri alıyor sanki. Orta çağ karanlığında cadı diye yakılan kadın şimdi başka türlü yok edilmek isteniyor ve ben buna kayıtsız kalmayacağım,’’ diye yazdı ve baş ucundaki ışığı kapatıp kafasını yastığa koydu. Yüzleşmesi gereken belki de bu değildi. Tosca’nın kendi hikayesi için yaptığı çözümleme bile sade ve tutarlıydı. Bu zamanın sorunuydu. Yüzeysel ilişkilerin gölgesinde, somut bir isteğe dayanmadan, yoksunluğun koynunda savrulurken, o duygudan bu duyguya sürüklenmiş ve nihayetinde emojiyle anlatılan aşkların sahte suretine bir cümle kurmuştu—eksik, yarım, ama yine de bir yüzleşme…
Sabah gün doğmadan uyandı ve kendisini bile dinlemeye fırsat vermeden bavulunu yatağın kenarına koydu ve içini özensizce hazırladı. Hazırlığı bittikten sonra bilgisayarın başına oturdu, uçak bileti baktı ve ilk İstanbul uçuşuna bir bilet aldı. Roma hem Seda’ya hem Tosca’ya bu ara iyi gelmiyordu.
‘’İçinde bulunduğum psikolojik durum, çalışma şartların uyum sağlamamı olumsuz yönde etkilemektedir. Sizin için de uygun olursa, ben 10 gün ülkeme, ailemin yanına gitmeyi, bu ruh halinden kurtulmayı ve zinde bir şekilde işimin başına dönmeyi istiyorum. İzin konusunda talebimin ivedilikle değerlendirilmesini rica ederim.
İzin e-postasını gönderdikten 15 dakika sonra arayan yöneticisi, endişeli bir şekilde nasıl yardımcı olacağını ve on gün değil on beş gün izinli olduğunu söyledi. ’Uçakta kalkış için beklerken, aklına iyi gelen, moralini yükselten polisiye serisinin son kitabını okumaya başladı. Uçak kalkış için piste hareketlenmeden hemen önce, yanındaki koltuğa kırklı yaşlarından bir adam oturdu. Kafasıyla, gülerek selam verdi, Seda’da aynı şekilde karşılık verdi. Uçak beklenin aksine sakin bir şekilde bulutlara değmeden yükselirken Seda kitaba ve müzikle biraz rahatlamıştı.
Seda, kitabını tekrar eline almışken, yanındaki adam hafifçe öne eğilerek bir konuşma başlatacak gibi duruyordu. Pencereden dışarıya, uçsuz bucaksız bulutlara kısa bir bakış attıktan sonra, zamanlamayı doğru bulmuş olmalı ki yumuşak bir sesle konuşmaya başladı.
"Polisiye romanlar," dedi adam, gülümseyerek. "Hep bir sırrı çözmek üzerine değil mi? Ama kendimizin bile çözemediği sırları düşününce, sanki bu kitaplar bir oyunmuş gibi geliyor insana."
Seda, ilk başta bu ani girişe şaşırsa da, adamın sesindeki sıcaklık ve derinlik onu çekmişti. Kitabın üzerine işaret koyup kapattı ve adama döndü. "Belki de o yüzden seviyorum polisiye romanları," dedi ince bir gülümsemeyle. "Başkalarının hikayelerinde kaybolmak, en azından bir süreliğine kendi iç labirentlerimizden kaçmanın bir yolu gibi."
Adam bu düşünceye uzun bir süre sessizce kafa salladı. Ardından hafifçe yanına yaslanarak kendini tanıttı. "Emre," dedi. "Emre Münir. 44 yaşındayım ve bir sanat tarihi profesörüyüm. Roma’ya seminer için gelmiştim."
Seda, bir an duraksadı. Bu adamda, dış görünüşünden çok daha fazlası olduğu hissine kapılmıştı. Onun konuşma tarzı, kelimelerin seçimi – her şey, düşünceli ve derin bir ruhu işaret ediyordu. "Seda," dedi nihayet, kısa ve sade bir şekilde. "Tam anlamıyla bir tatil sayılmaz benimki. Biraz mola... biraz toparlanma. Yani , İstanbul’a gitme nedenim. Roma’da yaşıyorum. "
Emre, bunu duyunca sanki bir şeyleri anlıyormuş gibi tekrar başını salladı. Küçük bir sessizlik oldu. Bu sessizlik, tuhaf bir şekilde rahatsız edici değil, aksine iki yabancının arasında paylaşılan bir ortaklık gibi huzur vericiydi. Nihayet, Emre sessizliği bozdu.
"Roma..." diye başladığında sesi biraz daha düşüktü, sanki düşünceleri daha uzağa gitmiş gibiydi. "Roma, aşk ve tarih arasında sıkışmış bir şehir. Oralarda aşka inanmayana pek rastlamazsınız. O şehirde yürürken, her taşın altında bir duanın ya da tutkuların geride bıraktığı izleri hissedersiniz."
Seda, gözlerini bir an için adamdan ayırmadan ona baktı. Bu sözler beklediğinden çok daha fazla bir derinlik taşıyordu. "Bence," dedi usulca, "Aşk da bir şehir gibi. Her köşesinde başka bir hikaye, her duvarında başka bir duygu saklı. Ve her kim o şehre adım atarsa, kendi hikayesini de beraberinde getirir."
Emre, hafifçe gülümseyerek başını eğdi. "Evet," dedi, biraz da dalgın bir tonla. "Ama aşk aynı zamanda insanın en büyük bilmecesi. Anlayan birilerini bulmak zordur. Ama Roma, bu bilmecenin belki de en güzel sahnesidir."
Seda’nın dudaklarında daha belirgin bir tebessüm belirdi. "Bir bilmece, öyle mi?" dedi hafif bir alay tonuyla. "Siz bir sanat tarihçisi olarak bu aşk bilmecesini çözebildiniz mi?"
Emre başını yana eğip gözlerini tekrar uçak penceresinden dışarı çevirdi. Bulutlar, gökyüzünde yavaşça dağılmaya başlıyordu, güneşin ışınları tatlı bir huzme oluştururken. Gülümsemesi anlamlıydı, ama aynı zamanda biraz hüzün taşıyordu.
"Hayır," dedi kısa bir duraksamadan sonra samimi bir şekilde. "Sanırım kimse tam olarak çözemez. Aşk dediğimiz şey, insanın sadece kendisine değil, geçmişine, inançlarına, hayallerine bile uzanır. Kimi aşkı bir tanrıdan bir armağan gibi görür, kimi ise bir lanet. Roma’da insanlar hem pagan tanrıları için hem de bir sevgili için tapınabilirdi. Ama her iki durumda da ruh aynı melodiyi fısıldardı."
Seda’nın içi bir an dalgalandı. Bu sözler beklediğinden çok daha derin ve doluydu. Emre’nin sezdiğinden daha çok şey hissettiğine emindi. Kitabını tekrar masaya koydu ve adama döndü. "Belki de haklısınız. Ama aşk, bizi kendimiz yapan şey değil midir? Belki çözülmesi gereken bir bilmece değil, tam anlamıyla kabul edilmesi gereken bir mucizedir."
Emre’nin gözleri Seda’ya dikkatle bakarken parladı. Başını hafifçe eğdi, bu cümlenin ağırlığını zihninde tartarken. En sonunda tekrar konuşmaya başladığında sesi çok daha yumuşaktı.
"Sanırım tam da bu yüzden aşk, Roma gibi bir şehirde varlığını hissettiriyor. Oradaki tarih bize hep aynı şeyi öğretir: İnsan tutkularıyla büyür, hatalarıyla öğrenir ve inançlarıyla yeniden aşık olur."
Seda, bu derin sözlere bir yanıt vermedi. Gözleri bir an pencereye kaydı. Uçak, Roma’ya doğru alçalırken, altlarında şehir tüm heybetiyle uzanıyordu. Taş kaldırımlar, eski kiliseler ve modern binalar yan yana uzanıyordu. Sanki geçmişle bugün el ele tutuşuyorlardı.
O anda Seda, yanındaki adamın yalnızca bir yabancı olmadığını hissetti. Belki kısa bir yol arkadaşlığıydı bu, belki de sadece paylaşılan birkaç kelime ve düşünceydi. Ama o Roma'ya varırken, sadece bir şehrin değil, içine sinmiş bir hikayenin de onu beklediğini anladı.
BİR YIL SONRA
Bir yıl önce Bodrum-Milas Havalimanı’nda başlayan yolculuğu, Seda’nın hayatında bambaşka bir sayfa açmıştı. Ernesto’nun mesajıyla gelen utanç, öfke ve hayal kırıklığı derinden yaralamış olsa da, yüzleşmekten kaçtığı duygularını başkalarının hikayelerinde kendini saklayarak atlatmaya çalışmıştı. Instagram’daki parlak dünyası, kurduğu bu yeni hayal perdesiydi.
Her şeyden kaçabildiğini sanıyordu: Roma'nın sıcağında alevlenen aşkı, bir başka adama kaptırdığını kabullenemediği Ernesto’yu ve içindeki boşluğu. Gecelerin puslu barlarında, geçici yüzlerde ve takipçilerin beğenilerinde teselli arıyordu. Ama ne kadar kaçarsa kaçsın, hissettiği huzursuzluk gölgesi gibi peşindeydi.
Bir akşam, Roma uçağında tanıştığı Emre, haftalar sonra Bodrum’da tekrar karşısına çıktığında, bu gölgenin ağırlığını hatırladı. O sakin, derin bakışlar ve her sözüyle sanki Seda’nın özüne dokunan tavrı, Seda’nın yarattığı o "sosyal medya kalesinin kapılarını zorlamaya başlamıştı. Bir gün karşılıklı kahve içerlerken Emre, sakin ama kararlı bir şekilde şöyle dedi:
"Seda, insan ne kadar kaçarsa kaçsın, eninde sonunda kendi hakikatinin kapısını çalar. Senin Instagram sayfan bir oyun, evet, güzel bir oyun. Ama o oyunun kurallarını tam da senin tasarladığını biliyorsun, değil mi?" Seda gülümsedi. "Ben bunları düşünmemeye çalışıyorum," dedi hafifçe omuz silkerek. Emre kafasını sağa eğip ona baktı. "Roma’yı hatırlıyor musun?" diye sordu. "O şehri sevmenin nedeni, onun tamamlanmamış olmasıdır. Yıkık duvarlar, aşınmış taşlar, geçmişin izleri. Kendi doğrularını aramaktan hiç utanmadı Roma. Ve bak, hâlâ dimdik ayakta. Ama sen hâlâ kaçıyorsun." Seda, bir an sessiz kaldı. Bu basit ama derin cümle kalbine ince bir bıçak gibi saplanmıştı. Gözlerini çevirdi ve pencereden dışarı baktı.
Ertesi gün Seda, Instagram’da popüler gönderilerinden birini daha paylaşırken aniden duraksadı. Ne yazacağını düşündü. İçinde bir değişimin başladığını fark etti. O yapmacık, cilalı hayatın yanında gerçek Seda’nın nefes almak için zaman beklediğini hissetti. Yeni bir gönderi hazırladı:
"Bugün makyaj malzemesi ya da nemlendirici önermiyorum. Bugün yalnızca şunu söylüyorum: Kendinizden kaçmayın. Geçmişiniz Roma gibi—her köşesinde yıkık bir taş, ama hepsi bir araya geldiğinde tümüyle büyüleyici bir şehir."
Gönderiyi paylaştıktan sonra telefonu masaya koydu. Derin bir nefes çekti ve kahve bardağına uzandı.
O sırada Emre kafeden içeri girdi. Gözden kaybolmuştu bir süredir, ama sanki Seda'nın bu kırılma anını bekler gibi yeniden belirmişti. Seda ona doğru baktı ve karşılıklı sessiz bir anlaşma gibi, birbirlerine bir süre konuşmadan gülümsediler. Emre masaya oturup Seda'nın kahvesinden bir yudum aldı. Gözleri, pencereden dışarıdaki Bodrum’un mavi güneşine çevrildi. Usulca konuştu:
"Sen bilsen de bilmesen de, insan bir eserin içinde yaşamayı öğrenir. Bazılarımız o eseri yıkarak, bazılarımız inşa ederek. Ama unutma... tamamlanmamış da olsan, hâlâ ayakta durabilirsin."
Seda bu cümlelerin anlamını uzun uzun düşünerek hafifçe kafasını salladı. Emre’ye bir an dikkatle baktı. Onun, geçmişin derinliklerinden gelen bir ruha sahip olduğuna dair bir his vardı. Onunla geçirdiği her anda, sözcüklerinde bir tür zamansızlık vardı.
Bir gün, çok sonra, Seda bu düşüncesini bir arkadaşıyla paylaşırken Emre’yi tarif etmeye çalıştı ve gülerek şöyle dedi:
"Belki de Puccini’nin reenkarne olmuş ruhuna rastladım. Onun kadar derin, onun kadar trajik ve onun kadar gerçek."
Ve o anda, Seda, en azından bir şeyden emindi: Geçmişinden kaçmayı bırakmış, kendisini ve yaralarını kabullenmeye başlamıştı. Aşk gibi, Roma gibi, kendi hikayesi de tamamlanmasa bile o artık bunun güzelliğini görüyordu. Tosca’yı yüreğinin derinliklerinde gördü. Sonsuz bir acının, sonsuz bir aşkın baş kahramanı olarak hep hatırlanacak büyük yürekli kadın… Tosca…
-SON-